29 Eylül 2012 Cumartesi

Tüm gece heyecandan uyuyamadım.

27 Eylül 2012 Perşembe

Selam sevgili.
Bugün herkes bana senin ne zaman döneceğini sordu.
Ne zaman dönüyorsun?

26 Eylül 2012 Çarşamba

Bugün Burak'la buluştum. Sahaf Festivaline gittik. 5 tane kitap aldım. En güzeli de Aziz Nesin'in çocukluğumda okuduğum "Böyle gelmiş böyle gitmez / yol" kitabı idi. Çok duygulandım eski ve yıpranmış bir versiyonunu bulduğum için.
Sonra Burak ve Cansu ile Hazzo Pulo'ya gidip çay içtik. En son Görkem'le gitmiştim oraya ve beyaz peynirli domatesli biberli tost sipariş etmiştim. Yine aynısından istedim. Bu tostun özelliği, dostlarım, ne kadar dandik görünürse görünsün bir ısırık aldığınız anda hemen siz de aynısından sipariş ediyorsunuz. %100 çalışıyor. Neyse. Gittiğimden beri Burak'ın saçları uzamış, yaz okulunda ortalamasını 2.80 yapmış, Antalya'ya tatile gitmiş ve ben gelene kadar 3 kitap çıkartıp, 8-9 farklı kadınla sevişmiş olup beni accayip şaşırtma planları yapmış. Nebbiçim nebbiçim özlemişim serseriyi ya.
Sonra laf doğumgününden açıldı.
Geçen sene Osman, Görkem, Duygu ve ben İstanbul Bienali'ne giderken yolda Burak ve Dora'ya rastlamıştık ve Osman orda beni onlarla tanıştırmıştı.
"Oha lan daha bir yıl olmadı tanışalı ama şu geldiğin noktaya bak hayatımdaki.." dedi.
Sessizce kafamı salladım. Sigarasından otlandım. Sonra da kalkıp evlere dağıldık.
Yarın da Osman'la, ertesi gün Tilbe'yle, sonraki gün de Canberk'le buluşcam.
Melike pazar günü geliyor Amerika'dan.
Yavaş yavaş yeni sezon başlıyor lan.
Görkem aradı. Yarın yola çıkıyorlarmış. Galiba gerçek anlamda 70 saatte falan Türkiye'de olacak.
Daha çok var. Yaklaştıkça daha zor oluyor. Koduumun avrupa haritası.

25 Eylül 2012 Salı

Aşırı Uzun Yazı

Fırsat bulup da Litvanya'yı terk edişim ve Coldplay konseriyle bir şeyler yazamamıştım. Şimdi alayım sazı elime..
Bavulumu çantamı her şeyimi aldım elime, Ezgi ve Tuba, Orhun, Arif, Burak, Barış, Hasan hep beraber yumak olup terminale doğru yola koyulduk. Yolda şakalar komiklikler vesaireler ile mutlu mutlu vakit geçirdik, Tuba telefonumu istedi vidyo çekmek için (önemli bir ayrıntı ihtiyacımız olacak buna) 
otobüse binmeden önce isteyen kişilere elimi öptürdüm ve 1 cent verdim yolluk parası olarak. Daha vedalaşmayı tam bitirmemiştim ki şöför kapıları kapattı, aslında hoşuma gitti çünkü VEDALARI SEVMEM...
Camdan el salladım herkese ve işte böylece Utena'yı terk ediyordum. 
Yaklaşık bir 10 dakika geçmişti ki yola çıkalı, müzik dinleyeyim diye telefonuma yeltendim. Önce ceplerime, sonra çantama, sonra poşetlerime.. YOKTU. Telefon yoktu lan. TUBA'DA KALMIŞTI! Vilnius'a gittiğimde beni karşılayacak olan Viktorija dahil annemin babamın bile numaralarını bilmiyordum. Adeta telefonsuz bir hiçtim lan. o telefona ihtiyacım vardı. Birkaç saniye paniğin beni yönetmesine izin verip elimi kolumu çaresizce çırparak sağa sola bakındım. Sonra hemen gerçek bir oğlak kadını gibi başarılı kriz yöneticiliğime başvurmam gerektiğini biliyordum. İpleri elime aldım. Bir planım vardı! Ayağa kalktım ve şöyle bağırdım:

"STOP THE BUS!!" 

Şöför ne olduğunu anlayamadı, yarı litvanca yarı ingilizce telefonumu unuttuğumu söyledim. Otobüsü doldurdu, benimle birlikte aşağı inip otobanın ortasında beni bavullarım ve poşetlerimle kaderime terk ederken Good luck demeyi de ihmal etmedi. Teşekkürler amk, teşekkürler..
Sonraki sahnede, trafiği kollayarak tekerlekli bavuluyla otobanda karşıdan karşıya geçmeye çalışan beni görebilirsiniz..
Tek bir çarem vardı. Tamam bavulumun tekerlekleri vardı ama bu onu bir taşıt yapmıyordu.. Otostop dostlarım..
Demek zamanı gelmişti. Otostop bekaretimi kaybedecektim..
Ürkek ve çekingen tavırlarla kolumu kaldırdım ve hareketi yaptım. 
Aradan neredeyse 10 dakika geçmişti. Skor sıfırdı. "Yeterince güzel bir kız olsaydım şimdiye 10 tane araba durmuştu :((" diyen benliğimle mi yoksa "Ulan yoksa baş parmak aşağı yönü mü gösterecekti, hareketi ters yapıyorum diye mi durmuyorlar ki??" diyen benliğimle mi savaşacağımı bilmeyerek bekledim, bekledim, bekledim..
Bir araba 10 metre ötemde durdu, geri geri yanıma kadar geldi. 
İçimden gerçekten hiçbir zaman etmediğim şekilde 4X gücünde dua ettim. İyi insanlardır umarım diye.
İki adet ortadoğulu oldukları belli arkadaş bana nereye gideceğimi sordu. Yol üstünde atabileceklerini söyledim. Atla dediler. O noktadan sonra çok da seçme şansınız kalmıyor zaten.
Neyse, arkadaşlar Lübnanlıymış. Biraz havadan sudan konuştuk, onlara telefonumu unuttuğumu söylemedim ki, eğer beni kaçırmaya kalkarlarsa POLİSİ ARAYABİLEYİM MESELA..
Yurdumun önüne kadar getirdiler sağolsunlar. Ezgi'nin ya da Tuba'nın tam kesin olmamakla birlikte beni gördüğünde tepkisinin "OHA ÇOĞALMIŞ LAN" olduğunu hatırlıyorum.
Telefonumu aldım, yarım saat sonraki otobüse tekrar bilet alarak bu sefer Utena'ya gerçekten veda ettim.

Vilnius'a geldiğimde Viktorija aldı beni, bavullarımı ve valizlerimi onun evine bıraktık, sonra tekrar terminale gidip Varşova otobüsümü yakaladım. Geceyi orda geçireceğimi düşününce, otobüs baya rahattı. Yanımda kimse oturmuyordu türkiyede hep hayallerimi süsleyen "iki koltuğa hakim olma" hakkını yakalamıştım sonunda. Ama bu sefer de ben istemiyordum lan. Meeh diyip tek koltuğumda paşa paşa uyudum. Varşova'ya indiğimde henüz hala güneş doğmamıştı. Yaklaşık 3 saat de terminalde uyudum. 


Uyandığımda hava çok güzeldi. Hemen information ofisinden bir harita edinip gezmeye başladım. Akşama doğru bana sahne önünden bilet ayarlayan Gökhan da geldi. Biraz da onunla gezindik. 

Ertesi gün çok heyecanlıydı çünkü KONSER GÜNÜYDÜ. Bir önceki gün hava o kadar güzel olup bir sonraki gün hava nasıl o kadar boktan olabildi bilmiyorum ama, gayet boktandı. Neyse, erkenden kalkıp biraz Old Town kısmını gezdik, daha sonra zaten stadyuma olan yolumuz yaklaşık 1,5 saatlik yürüme mesafesinde olduğundan ve insanların 1 gün önceden giriş kısmında yatmaya başladıklarını bildiğimizden gezintiyi kısa kesip stadyuma doğru yola koyulduk.



Stadyuma geldiğimizde ben asıl kendi biletim olan tribün biletimi gişeden teslim aldım. Ama konsere Gökhan'ın havalı golden circle bileti ile gireceğim için tribün biletimi satmam çok mantıklı bir hareket olacaktı. 
Golden Circle kısmına kaydımızı yaptırıp sıramızı aldıktan sonra Gökhan'ı kuyrukta bırakıp gişe kısmına doğru yol aldım. Elimdeki deftere "TICKET FOR SALE ;)" yazıp bir ağaca yaslanarak müşterilerimi beklemeye başladım. Bir çocuk gelip "gişedekiler böyle şeyleri görünce pek hoşlarına gitmiyor istersen dikkatli ol, yaklaştıklarında sakla kağıdı" diyip koşarak uzaklaştı. "HEY HEY BEKLE İSMİN NE??" dedim. Ama çoktan gitmişti, onu bir daha hiç göremeyecektim......

Bir adam gelip 198 zlotylik biletime 50 zloty teklif ettiğinde hakarete uğramış gibi hissettim. Yanıtım:  "JUST... DONT..." idi.
Sonrası sürekli alıcakmış gibi yapıp da almayan zibidi coldplay fanleriyle uğraşmakla geçti.
Tam hiç yoktan iyidir diyerek 50 zloty'e bırakacaktım ki, orta yaşlı bir adam gelip kaç para olduğunu sordu. Çekinerek "100?" dedim. "SERIOUSLY??" dedi. Hasiktir dedim. Keşke 150 falan deseydim. Ama laf ağızdan çıkmıştı bir kere, belli ki bende tüccar kafası da yoktu. İleride olabileceğim muhtemel mesleklerin yazılı olduğu kağıttaki "TÜCCAR" hanesinin de üstünü nasıl çizdiğimin hikayesini dinlediniz..

Sonra gidip o parayla Gökhan'a teşekkür hediyesi olarak Coldplay'in tur tişörtünü aldım. Kendime alamadım çünkü param yoktu. Ve bu acayip içime oturdu. İstanbul'a gider gitmez aynısından bastıracaktım!

Stadyuma girer girmez inanılmaz bir yağmur bastırdı ve daha 5 saat bekleyeceğimiz düşünülecek olursa, boku yemiştik sevgili dostlarım. Bir kere, açtık lan. Ve içerde satılan tek yiyecek hotdog idi. Sucuk, sosis, salam vejetaryeni olarak boynumu büküp Gökhan'la birlikte sıraya girdim. Kasadaki çocuğa acaba bana ekmeğin içine sadece ketçap sıkarak verip veremeyeceğini sordum. Çocuk "Veririm ama yine de aynı fiyatı alırım :DD" dedi. Hay amk tamam hadi ver idi kafamdaki tek cevap. "OK :))" dedim ve ekmek arası ketçapımı teslim aldım. Hayatımda yediğim en güzel ekmek arası ketçaptı lan. Bittiğinde sadece güzel yemekleri bitirdiğimde tuttuğum yasdan tuttum hatta.

Sahnenin önünde yerlerimizi almıştık. Önümdeki 1,80'lik çift yüzünden tüm konserin onların öpüşüp koklaşmalarını izlemekle geçeceğinden çok korkuyordum ama neyse ki Coldplay "Hurts Like Heaven" ile konsere başladığı anda çılgın hoplamalar ve zıplamalar da başlamış sayıldı ve gözümü açtığımda bariyerlere yapışmış buldum kendimi. Chris Martin ile aramda kimse yoktu adeta. Hopluyordu, zıplıyordu, yerinde duramıyordu, bol bol poz atıyordu, ter içinde kalıyordu, şarkılar bitmesine rağmen piyanosu başında sürekli sololar atıyordu, yerlere yatıyordu, dans ediyordu... Derken In My Place, The Scientist, Clocks, Yellow, Warning Sign, Viva La Vida, Paradise, Charlie Brown, Up in Flames, Speed of Sound...




Ama benim için süpriz şarkı kesinlikle Violet Hill idi. O kadar güzeldi ki o şarkıyı canlı dinlemek.

                                                                      

Fix You çalarken dayanamayıp ağlayacağımı biliyordum, ki öyle de oldu.
Litvanya'dan ayrılmadan önce hattıma 50 litas yükletmiştim ki,

Fix You'da Görkem'i,
The Scientist'te Osman'ı
Yellow'da Bilge'yi
Viva La Vida'da Burak'ı 
Paradise'ta Ezgi ve Tuba'yı arayıp dinletebileyim diye. Ancak ve gel gör ki Polonya'ya girer girmez hattım kitlendi ve karnımda 50 litasla bir başıma kalakaldım..

Bi de söylemezsem huzur bulamaycağım, ayıpların en büyüğünü Trouble'ı çalmayarak yaptılar. Trouble'sız Coldplay mi olur lan. Süphanallah. Son ana kadar umut vardı içimde. Ama olmadı. Sonradan tüm turnenin setlist'ine baktım ve Trouble hiçbir konserde çalınmamış. Anlayan varsa beni bulsun. 

O gece gözlerimi kapattığımda konseri bir kez daha yaşayıp uykuya daldım.



Ertesi gün Old Town'ın kalan kısmını bitirdik. Varşova'yı Ankara'ya çok benzetmiştim o zamana kadar. Ama gel gelelim Old Town kısmı gerçekten tüm bu düşüncelerimi alıp yere çaldı. Mimari yapılara gereken önemi vermeyen bir insan olarak beni bile etkiledi.














Geri dönerken Old Town meydanında gitar çalan bir çocuk gördüm ki kendisine burdan en zevk alarak dinlediğim sokak müzisyeni unvanını armağan etmek istiyorum. Üstelik gitarının tellerinden birisi kopuktu ve çalma esnasında bir tanesi daha kopmasına rağmen devam etti. Bir Nirvana şarkısı rica ettik kendisinden. Gitarının çok "fucked up" olduğunu ama yine de deneyeceğini söyledi. Ben de önemli olmadığını söyledim ve ekledim: your voice smells like Kurt Cobain spirit! Lithium parçasını çaldı ama onun boyutu çok büyük olduğu için üşeniyorum şu anda ve tadımlık bir Lonely Boy performansı ekliyorum buraya.





Sabah tekrar Vilnius'ta olmak üzere gece otobüs terminaline gittim. Terminalde bir grup ingilizce sohbet ediyorlardı. "dünkü konser" içeren bir konuşma duyup "COLDPLAY KONSERİNDE MİYDİNİZ?? BEN DE!" diyerek aralarına atıldım. Adamlar konsere Rusya'dan gelmiş lan. Bense 5 saatlik bir otobüs yolculuğuyla oraya ulaşmıştım. Utandım. Bir süre muhabbet ettik. Sonra koltuklarımıza dağıldık.

Vilnius'a indiğimde yine sabahın körüydü ve önceden görüp not ettiğim 24 saat açık mcdonaldslardan birini bulup oraya obamı kurdum. Öğle saatlerine doğru Viktorija beni aldı ve birazcık gezip eve geçtik. Viktorija'nın dünya tatlısı bir köpeği var. Adı Tere. Sadece Litvanca biliyor. 



O akşam cipsimizi, kolamızı, şarabımızı, pizzamızı alıp bir kız gecesi düzenledik.




Ertesi gün bavulumu hazırladım, viktorija'ya sıkı sıkı sarılıp kesinlikle İstanbul'a geleceğinin garantisini aldıktan sonra havaalanında vedalaştık. 12 saatlik bir aktarma yaşayacağım Kiev havaalanına doğru pervaneli eski bir uçakla uçtum. Cam kenarındaydım ve sapık gibi sürekli dönen pervaneden bir saniye bile gözümü ayırmayarak durmasını bekledim. Neyse ki öyle bir talihsizlik olmadı. Kiev havaalanında iki tane koltuğu birleştirip Walking Dead izledim. Çünkü yiyeceğim azdı ve bi şekilde iştahımın kapanmasına ihtiyacım vardı. VE HEY! İŞE DE YARADI! 

Veee sonunda İstanbulda'yım.
Dün Şahika Abla karşıladı beni.
Abimle hala ayrılar ama beraberler falan. Çok değişik bir ilişki lan. Ama sorun değil. Şahika Abla hayatımda olduğu sürece benim için sıkıntı yok. 

Görkem cuma ya da cumartesi falan gelecek.
Çok heyecanlıyım.
Çok pislik bir duyguymuş bekleyen olmak.
Neler yapmışım ben ona böyle.
Tiksindim lan kendimden.

Şimdilik bu kadar.
Heralde daha 5 ay falan yazmam.
Ruhum emüklendi lan.
Allaaaaemanet.

22 Eylül 2012 Cumartesi

Saygı: Kutsallığı dolayısıyla bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranmaya sebep olan sevgi duygusu. (TDK)

17 Eylül 2012 Pazartesi

Bugun gidisimin serefine Tuba daha onceden aldigi bir poset mumu yakip odanin muhtelif yerlerine koydu. Atmosfer baya guzeldi de mumlar Paris icin aldigim mumlarla ayniydi ve boyle minik alevleri izlerken birden resmen cok keskin bir aci duydum.
Bunu ne zaman asabilecegimi bilmiyorum. Gecmiste yasadigim her guzel sey ileride geriye donup baktigimda agzima sican bir sey haline donusuyor. Paris olayi "guzel sey" diye nitelendirilmeyecek kadar ayri "bir sey" oldugundan oturu sanirim. Daha once boyle bi degisik aci yasamamistim. Neyse ki cok kisa bir an surdu. Sonra tekrar etraftakilerin seslerini duymaya basladim.

Victorija ile konustum yarin Vilnius'a gidip valizlerimi birakacagim. Sonra da aksam Varsova otobusume atlayip sabaha orda olucam. Umarim burdaki son belgelerimle ilgili bir problem cikmaz.
Simdi yathayim.
Yarin hayli erken kalkip cantalarimi hazirliycam.
Utena'ya bir daha gelecegimi sanmiyorum hayatim boyunca. Bir guzel vedalasayim son uykumda.

Adamin birine not: Galiba bundan sonra dinlenmeyecek sarkilar, okunmayacak siirler gibi yakilmayacak mumlar da girmis oldu hayatima. COK NESELİ BİR DURUM GERCEKTEN. Salak herif. Hayatima yaptiklarina bak. Seni sevmiyorum.

16 Eylül 2012 Pazar

Hala gideceğimin farkına varamıyorum lan.
Tüm gün 2 günü kalan ben değilmişim gibi saçma sapan yatmakla gevinmekle geçti, bir şeylerin ters gittiğini sezinlemiş olmalıyım ki birden ok gibi fırlayıp bavulumu hazırlamam gerektiğini düşündüm. Daha sonra saçma gardırobumuzun bana düşen saçma bölümündeki tıkış pıkış %80'inini hiç giymediğim kıyafetlerimi kucaklayıp 3 gün önce aramızdan ayrılan Nida'nın yatağına yığdım.
Baktım baktım baktım.
Sonra gözlüğümü çıkarıp bir süre o yığının üzerinde uyudum.
Uyandığımda akşam olmuştu.
Neyse ki Başak Burcu Orhun arkadaşım çıkageldi  ve çılgın tekniklerle bavulumun büyük kısmını hazırladık.
Sonra bana veda etmeli bir aktivite düzenlememiz gerektiği fikri ortaya atıldı.
Son kez Loreta'da Vistiena Kepsynis yemek istedim dolayısıyla Loreta'ya doğru yola çıktık.
Caddeden Loreta'nın ışıklarının yanmadığı görülebiliyordu ama inanmak istemedik ve kapının kilitli olduğuna inanmak istememiz gibi ve birkaç kez tekmeledikten sonra vazgeçmemiz gibi...
Ne yapacaktık.
Burak aylardır önünden geçip bir türlü suşi yemeye cesaret edemediğimiz Çin restoranını artık denemekten başka bir çaremiz olmadığını söyledi. cesaret edemiyorduk çünkü Litvanyada bir Çin restoranında hangi dili konuşacaktık lan?! Türkiye'deki bir çin restoranı bir bilinmeyenli denklemken Litvanya'daki bir çin restoranı iki bilinmeyenliydi ve dostum bizler iki bilinmeyenli denklem dersini kaçırmıştık..
Her neyse. Çin restoranına girdik ve yaklaşık bir saatte google translate'in de üstün yardımlarıyla litvanca ve çince yazan menüyü  kısmen türkçe'ye çevirebildik.
Ben "Müthiş gevrek keskin soya soslu brokoli tavuk" olduğunu düşündüğüm bir sipariş verdim.
Yemek sırasında muhtelif zamanlarda masamıza gelip kah masamıza para bırakmak isteyip kah bizimle el sıkışıp bir şeyler anlatmaya çalışan sarhoş litvanlar yemeğin sonunda garsonlar birlikte bize bir şişe şampanya gönderdiler lan.
Ben ömrümde böyle bir şey yaşamadım dostlarım.
Hemen kontrol ettim "yan masa" mı diye, evet yan masaydı!
BU DURUMDA YAN MASADAN BİZE ŞAMPANYA GÖNDERMİŞ OLDULAR LAN!


Sonra şampanyayı afiyetle "bump"latıp afiyetle hüzünlenerek yudumladık.
Çıkışta orhun garson kıza bahşiş olarak dolar verdi ve imzamızı atarak saçlarımızı savurarak mekanı terk etme şansı tanımış oldu bizlere.
Keyfimiz çok yerine gelmişti.
Son kez "Call Me Maybe"de dansetmek üzere Antika'ya uğradık ve call me maybe'den sonra vaka vaka çalan dj'i kırmayıp bir şarkı daha uzattık çıkışımızı. 
Bu gece gökyüzü çok güzel. Yıldızlardan duyan gelmiş duyan gelmiş adeta.
Şimdi yatağımda kalan kıyafetleri Nida'nın yatağına attım, dişlerimi fırçaladım, odamdaki sondan ikinci gecemi geçirmek üzere burdan ayrılıyorum.
Garip bir şey oturdu içime ama galiba bir yerlerden ayrılmak insana böyle hissettiriyordu.
Unutmuşum hemen.

Adamın birine not: Sen ne yapıyorsun ki şu anda? Orda da yıldız partisi var mı mesela? Çünkü Cemal Süreya'nın "öbür kıta" ile ilgili söylediği şey şu an bizim için geçerli değil, biliyorsun. ve baya az kaldı kollarına.

14 Eylül 2012 Cuma

Ne hallerdeyim ya.
Adam bir kez cagri atiyor telefonuma.
Cevapsiz cagrilardan rehberime kaydettigim ismine bakip bakip ozluyorum.
Neyse.
Coldplay konserine 5 gun kaldi.
Chris Martin'le opustugum ruyanin uzerinden 2 gun gecti, bilincaltim nasil hazirliyorsa artik kendini konsere..
Cokeycanliyim.
Bakalim The Hardest Part'i calacaklar mi?

13 Eylül 2012 Perşembe

Gitmeleri, gelmeleri, dönmeleri, dönüp de bulmaları, tenhalarda buluşmaları, kalabalıklarda kaybolmaları, nehir olup akmaları, ard arda güneşler batırmayı, her gece başka başka yataklar kutlamaları, ısırarak iz bırakmaları, sevişirken uyuyakalmaları, hiç açılmadan çöpe atılan şarapları, metro turnikelerinde tekrar öpüşmek üzere ayrılmaları, kısa tutulan sarılmaları, aynı kıtada bulunmaları, uzatılan sarılmaları, saat farklarını unutulmaz kılan adama.

Diyorum ki, hazır da eldivenleri çıkartmışken, bir cinayet mi planlamalı?

10 Eylül 2012 Pazartesi

30 gün notu

bak bir'i bitti bile.

9 Eylül 2012 Pazar

bir insanı fazla önemsemeye başladığınızda, onun yaşadıklarına değer vermeyi unutabiliyorsunuz.
etrafta sevip bağlanacak birini bulduktan bir süre sonra kendi kabuğunuza çekilebiliyorsunuz.
eğilip kendinize kapanıyor ve o kişiyi ne kadar sevdiğinizi tekrarlayıp durabiliyorsunuz kendi kendinize.
sevdiği insan omzunuza pıt pıt yapıyor. söyleyeceği, anlatacakları var.
ilgilenmeyebiliyorsunuz.
orda olduğunu bile fark edemeyebiliyorsunuz.
çünkü belki o'nunla işiniz bitti.
bir noktadan sonra kendi kendine götürebiliyorsunuz işi.
başlangıç sürecini tetikleyen düğmeden başka bir şey de olmayabilir yani o kişi.

şimdiye kadar bir süredir unutmuştum ama hatırlamış oldum yeniden.
sevgili, en iyi arkadaş değildir.
hiçbir zaman olamaz.
olmasın da zaten.


8 Eylül 2012 Cumartesi

Dun aksam odamizda cay partisi verdigimiz icin cok memnunum lan. Yeni iki tane Türk cocuk geldi Erciyes Universitesinden. Onlarla tanisip muğabbet ettik. Yeni tanistigim her insana sordugum soruyu kendilerine de yonelttim: "Coldplay dinler misin? 19 eylulde Varşova'daki konsere benimle gelir misin?"
Orhun arkadasimiz tipik bir basak burcu erkegi. 20 kilo bagaj hakki olmasina ragmen kayak malzemelerini yaninda getirmeden rahat edemeyecegi icin 30 kiloyu gecmis. Duzgun esortmanlari, markali saati, terlikleri, elinde termosu, iphone'u ve marlborasiyla cikageldi odamiza. Cocuk surekli banyodan yeni cikmis huzurlulugunda lan cok garip. Neyse, bu arkadasimiz Coldplay'i cok sevdigini ve bu kadar yakina gelmisken kacirmak istemedigini soyledi bana. Sonra UP FIVE yaptik. Cunku bu beni mutlu etti. Cunku hicbi konsere yalniz gitmedim su ana kadar ve gecenin bi vakti konserden cikip tek basima hosteli bulmaya calismak istemiyordum.
Gonul isterdi ki bu efsanevi konserde yanimda cidden olmasi gereken kisiler olsun.. Ama sonucta canim da sagolsun yani.

Daha sonra cay partimizin sirin ismi Sharunas ile Game of Thrones soylesisi yapmaya basladik ve birden kendimi tum ingilizce vocabulary'mle Sibel Kekilli'nin porno yildizi olarak anilmamasi gerektigini savunurken yakaladim. Ama bildigin savasiyorum yani. Unfair dedim. She's talented dedim. Sonunda banene lan dedim. None of my business dedim.

Cay partimizin onuru bir sise rose sarapla kirlendi. Gecenin sonunu yine Amy Winehouse'un olumune uzulerek ve Görkem'e bol bol kufrederek getirdim.

Degisik bi ruya gordum. Vilnius gezisinde tanistigim Mantas yer aliyordu icinde. Acik bufe olan bir davetteymisiz ve Mantas hayati boyunca hic yaprak sarmasi yememis. Hemen nasil yenilecegini ogretiyormusum. Sohbet falan ediyormusuz. Sonra bu davetin zengin kuzenimin nisan toreni oldugunu farkediyormusum. Peki Mantas'in orada isi neymis? Davet etmisim. Pekala. Zengin kuzenim nisanlik elbisesi icinde bana gelip kulagima hamile oldugunu soyluyormus. Kiz mi erkek mi diyormusum. Ne bileyim diyormus. KİZ OLSUN LAN diyormusum.
Sonra bol bol ananas ve portakal yiyerek ruyayi sonlandirdim galiba.

Sonuc: BİBİLİK İC GUDULERİM GİT GİDE KUVVETLENİYOR!!

Osman'i, Bilge'yi, Sena'yi, Reyyan'i, Duygu'yu, Melih'i teek tek cok ozledim lan. Melike de ekimde donuyormus amerikadan neyse ki. Tam denk gelicez onunla da.

Bir daha uzaklara gideceksem hatirlayayim da önce tüm özleyeceklerimi öldüreyim, işim daha kolay olur.

7 Eylül 2012 Cuma

Yine oldu.
Yine o konustu ben dinledim.
Yine "gel artik" dedi, kafami salladim, kafamı salladığımı telefonda göremedi, gidemedim.
Benim yerimde olmak istemezdi.
Telefon operatorlerine kufrettim.
Avrupa haritasina kufrettim.
Bulunmak isteyip de bulunamadigimiz her yere kufrettim.
Bulutlari takip etmeyecegime soz vermistim, ama bulutlardan gokyuzunu goremedigim zaman ne yapacagimi bana hic soylememisti.
Ne yapacaktim?

6 Eylül 2012 Perşembe

Virgin Suicides

3 gündür hastaneye gidip bebek diyeti hazirliyoruz. Bibi olacagim icin verilen bilgileri sünger gibi emüklüyorum. Hocamiz cok tatli, gecen gun markette gorup pahali diye alamadigimiz cikolatalardan ikram etti.
Bu sabah kalktigimizda havada gunes parliyordu. Buna guvenip eteklendik. Hastane yolunda ancak korku filmlerinde olacak sekilde cok ani bicimde bulutlar tepemizde toparlandi ve yagmuruyla bizi dövdü. Yagmurda kucuk eteklerle ve ince bluzlerle sekerken 3 aydan sonra ancak bugun gercek birer kuzeyli olabildigimizi dusundum.

Hastaneye geldigimizde Ezgi'nin yumurtaliklarindaki kist agrisi soguk yuzunden iyice atarlanmisti. Bu nedenle rica edip hemen kadin dogumda randevu ayarladik. Ultrasonla muayeneden sonra "bottom" muayene isteyen doktor'a ezgi'nin "virgin" durumlarindan bahsettigimizde yuzundeki "SERIOUSLY?!" ifadesi baya uzulmesine neden oldu.. "DOGRU ERKEGİ ARİYORUM TAMAM Mİ :((" demek zorunda hissetti kizcagiz kendini..

Elinde supurgeyle gece gunduz temizlik yapan gürbüz yan oda arkadasimizi en son dunku erasmus partisinde sahnede sevisirken birakmistik sabah yine elinde supurgesiyle bulduk galiba hayat boyle bir sey.

Ruyamda Berlin'e gidecekmisiz ama canim pek istemiyormus, oflaya puflaa hazirliyormusum valizimi. Havaalanina ulastigimizda pasaportumu evde unuttugumu farkediyormusum. Burak'in tanidigi bi gangster bana 10 dakikada sahte pasaport basiyormus ama fotografimi begenmedigim icin bizimkileri dis hatlardan el sallayarak ugurluyormusum. Sonra da bari Görkemlere gideyim diyormusum. Ama hala Sülün'deki evleriymis, girince oraya cok seviniyormusum, Burak'la ve Dora'yla dizi izliyormusum. Gorkem simit almaya gitmis, gelecekmis. Sonra da uyandim.

15 dakika sonra yemegin altini kapatmam gerekiyor, unutturmayin.

5 Eylül 2012 Çarşamba

tirbişonla açmaya uğraştığınız şarabın mantarının tam da "pıt" ettiği anda shuffle'dan çalmaya başlayan şu güzide şarkı:

"I need some fine wine and you, you need to be nicer
for the good times and the bad times that we had." 

ya dünya çok küçük
ya da bazı şarkılar çok büyük


4 Eylül 2012 Salı

The Real Edi ve Büdü

Dün akşam Edi ve Büdü'nün tarihini yeniden yazmış olduk.
Asansörde tanıştığımız Edi akşam vakitlerinde konuğumuz oldu.
Laf lafı açtı derken, Edi galiba içtiği 11 adet biradan olsa gerek kendini Tuba sandı.
Başta şaka yaptığını düşündük ama pijamalarını giyip tuba'nın yatağına yatıp uyumaya başladıktan sonra işin ciddiyetini kavradık.
Edi Tuba olunca, Tuba'nın evrende kimliksiz kalması hoş olmazdı, bu nedenle kendisi Edi olmuş oldu.
Edi Tuba'nın yatağını işgal ettiği için, Tuba Ezgi'nin yatağında uyudu.
Bu da Ezgi'yi Büdü yaptı.

Bir de bir ara Edi'ye, Tuba'ya dönüp türkçe olarak "KOCANDAN ÖNCE BEN YATTIM YATAĞINDA" dedirtmeyi başarmamız çok güzeldi lan.
Bu da böyle saçma bir hikayeydi işte.




Son zamanlardaki en büyük eğlencemiz olan Litvan arkadaşlarımıza türkçe tekerlemeler söyletme şampiyonşip'in Edi ayağını yukarıdaki vidyoda bulabilirsiniz iyi seyirler.

3 Eylül 2012 Pazartesi

feysbukumu kapattığım için mi sosyal hayatım şenlendi yoksa sosyal hayatım zaten şenlenecekti de feysbuku kapatmama mı denk geldi bilemiyorum.
bugün 2. gün.
iyi gidiyorum.

neyse.
bugün yeni akademik yılın açılışı yapıldı, biz de erasmus öğrencileri olarak sahnede ufak çaplı bir konuşma yaptık. labas, mano vardas, aciu kelimeleriyle falan süsleyince konuşmayı, pek hoşlarına gitti herkesin. zibidiler.
dilek balonu uçurduk bu arada.
bir future bibi olarak balonuma "IT'S A GIRL!" yazıp saldım gökyüzüne. sonradan keşke IT'S A HEALTHY  BABY falan yazsaydım diye üzüldüm. çünkü bilirsiniz. SAĞLIKLI OLSUN DA.. Tuba balonuna PARA yazdı ama uçurması gerekenden erken bir zamanda elinden fırladı gitti balon, çok trajikti.
yurt fena hareketlendi gider ayak.
önümüzdeki 20 gün baya dolu geçecek gibi gibi. sonrası zaten türkiyeye, mercimeğe, bulgura, çiğköfteye dönüş.
şimdi gidip game of thrones izleyeyim.

1 Eylül 2012 Cumartesi

bir ay nasıl bu kadar güzel başlayabilir?
dünyada hissedilecek ne kadar fazla ve değişik duygular varmış meğer.
herkes her şey çok normalmiş gibi davranıyor, anlamıyor kimse.
dünyanın en önemli kişisi katılacak hayatıma aylar sonra halbuki.
dünyanın en güzel yüzüne sahip insanı.
daha şimdiden biliyorum.
hiçbir şeyden bu kadar emin olmamıştım.
çok güzel şeyler olacak.