25 Eylül 2012 Salı

Aşırı Uzun Yazı

Fırsat bulup da Litvanya'yı terk edişim ve Coldplay konseriyle bir şeyler yazamamıştım. Şimdi alayım sazı elime..
Bavulumu çantamı her şeyimi aldım elime, Ezgi ve Tuba, Orhun, Arif, Burak, Barış, Hasan hep beraber yumak olup terminale doğru yola koyulduk. Yolda şakalar komiklikler vesaireler ile mutlu mutlu vakit geçirdik, Tuba telefonumu istedi vidyo çekmek için (önemli bir ayrıntı ihtiyacımız olacak buna) 
otobüse binmeden önce isteyen kişilere elimi öptürdüm ve 1 cent verdim yolluk parası olarak. Daha vedalaşmayı tam bitirmemiştim ki şöför kapıları kapattı, aslında hoşuma gitti çünkü VEDALARI SEVMEM...
Camdan el salladım herkese ve işte böylece Utena'yı terk ediyordum. 
Yaklaşık bir 10 dakika geçmişti ki yola çıkalı, müzik dinleyeyim diye telefonuma yeltendim. Önce ceplerime, sonra çantama, sonra poşetlerime.. YOKTU. Telefon yoktu lan. TUBA'DA KALMIŞTI! Vilnius'a gittiğimde beni karşılayacak olan Viktorija dahil annemin babamın bile numaralarını bilmiyordum. Adeta telefonsuz bir hiçtim lan. o telefona ihtiyacım vardı. Birkaç saniye paniğin beni yönetmesine izin verip elimi kolumu çaresizce çırparak sağa sola bakındım. Sonra hemen gerçek bir oğlak kadını gibi başarılı kriz yöneticiliğime başvurmam gerektiğini biliyordum. İpleri elime aldım. Bir planım vardı! Ayağa kalktım ve şöyle bağırdım:

"STOP THE BUS!!" 

Şöför ne olduğunu anlayamadı, yarı litvanca yarı ingilizce telefonumu unuttuğumu söyledim. Otobüsü doldurdu, benimle birlikte aşağı inip otobanın ortasında beni bavullarım ve poşetlerimle kaderime terk ederken Good luck demeyi de ihmal etmedi. Teşekkürler amk, teşekkürler..
Sonraki sahnede, trafiği kollayarak tekerlekli bavuluyla otobanda karşıdan karşıya geçmeye çalışan beni görebilirsiniz..
Tek bir çarem vardı. Tamam bavulumun tekerlekleri vardı ama bu onu bir taşıt yapmıyordu.. Otostop dostlarım..
Demek zamanı gelmişti. Otostop bekaretimi kaybedecektim..
Ürkek ve çekingen tavırlarla kolumu kaldırdım ve hareketi yaptım. 
Aradan neredeyse 10 dakika geçmişti. Skor sıfırdı. "Yeterince güzel bir kız olsaydım şimdiye 10 tane araba durmuştu :((" diyen benliğimle mi yoksa "Ulan yoksa baş parmak aşağı yönü mü gösterecekti, hareketi ters yapıyorum diye mi durmuyorlar ki??" diyen benliğimle mi savaşacağımı bilmeyerek bekledim, bekledim, bekledim..
Bir araba 10 metre ötemde durdu, geri geri yanıma kadar geldi. 
İçimden gerçekten hiçbir zaman etmediğim şekilde 4X gücünde dua ettim. İyi insanlardır umarım diye.
İki adet ortadoğulu oldukları belli arkadaş bana nereye gideceğimi sordu. Yol üstünde atabileceklerini söyledim. Atla dediler. O noktadan sonra çok da seçme şansınız kalmıyor zaten.
Neyse, arkadaşlar Lübnanlıymış. Biraz havadan sudan konuştuk, onlara telefonumu unuttuğumu söylemedim ki, eğer beni kaçırmaya kalkarlarsa POLİSİ ARAYABİLEYİM MESELA..
Yurdumun önüne kadar getirdiler sağolsunlar. Ezgi'nin ya da Tuba'nın tam kesin olmamakla birlikte beni gördüğünde tepkisinin "OHA ÇOĞALMIŞ LAN" olduğunu hatırlıyorum.
Telefonumu aldım, yarım saat sonraki otobüse tekrar bilet alarak bu sefer Utena'ya gerçekten veda ettim.

Vilnius'a geldiğimde Viktorija aldı beni, bavullarımı ve valizlerimi onun evine bıraktık, sonra tekrar terminale gidip Varşova otobüsümü yakaladım. Geceyi orda geçireceğimi düşününce, otobüs baya rahattı. Yanımda kimse oturmuyordu türkiyede hep hayallerimi süsleyen "iki koltuğa hakim olma" hakkını yakalamıştım sonunda. Ama bu sefer de ben istemiyordum lan. Meeh diyip tek koltuğumda paşa paşa uyudum. Varşova'ya indiğimde henüz hala güneş doğmamıştı. Yaklaşık 3 saat de terminalde uyudum. 


Uyandığımda hava çok güzeldi. Hemen information ofisinden bir harita edinip gezmeye başladım. Akşama doğru bana sahne önünden bilet ayarlayan Gökhan da geldi. Biraz da onunla gezindik. 

Ertesi gün çok heyecanlıydı çünkü KONSER GÜNÜYDÜ. Bir önceki gün hava o kadar güzel olup bir sonraki gün hava nasıl o kadar boktan olabildi bilmiyorum ama, gayet boktandı. Neyse, erkenden kalkıp biraz Old Town kısmını gezdik, daha sonra zaten stadyuma olan yolumuz yaklaşık 1,5 saatlik yürüme mesafesinde olduğundan ve insanların 1 gün önceden giriş kısmında yatmaya başladıklarını bildiğimizden gezintiyi kısa kesip stadyuma doğru yola koyulduk.



Stadyuma geldiğimizde ben asıl kendi biletim olan tribün biletimi gişeden teslim aldım. Ama konsere Gökhan'ın havalı golden circle bileti ile gireceğim için tribün biletimi satmam çok mantıklı bir hareket olacaktı. 
Golden Circle kısmına kaydımızı yaptırıp sıramızı aldıktan sonra Gökhan'ı kuyrukta bırakıp gişe kısmına doğru yol aldım. Elimdeki deftere "TICKET FOR SALE ;)" yazıp bir ağaca yaslanarak müşterilerimi beklemeye başladım. Bir çocuk gelip "gişedekiler böyle şeyleri görünce pek hoşlarına gitmiyor istersen dikkatli ol, yaklaştıklarında sakla kağıdı" diyip koşarak uzaklaştı. "HEY HEY BEKLE İSMİN NE??" dedim. Ama çoktan gitmişti, onu bir daha hiç göremeyecektim......

Bir adam gelip 198 zlotylik biletime 50 zloty teklif ettiğinde hakarete uğramış gibi hissettim. Yanıtım:  "JUST... DONT..." idi.
Sonrası sürekli alıcakmış gibi yapıp da almayan zibidi coldplay fanleriyle uğraşmakla geçti.
Tam hiç yoktan iyidir diyerek 50 zloty'e bırakacaktım ki, orta yaşlı bir adam gelip kaç para olduğunu sordu. Çekinerek "100?" dedim. "SERIOUSLY??" dedi. Hasiktir dedim. Keşke 150 falan deseydim. Ama laf ağızdan çıkmıştı bir kere, belli ki bende tüccar kafası da yoktu. İleride olabileceğim muhtemel mesleklerin yazılı olduğu kağıttaki "TÜCCAR" hanesinin de üstünü nasıl çizdiğimin hikayesini dinlediniz..

Sonra gidip o parayla Gökhan'a teşekkür hediyesi olarak Coldplay'in tur tişörtünü aldım. Kendime alamadım çünkü param yoktu. Ve bu acayip içime oturdu. İstanbul'a gider gitmez aynısından bastıracaktım!

Stadyuma girer girmez inanılmaz bir yağmur bastırdı ve daha 5 saat bekleyeceğimiz düşünülecek olursa, boku yemiştik sevgili dostlarım. Bir kere, açtık lan. Ve içerde satılan tek yiyecek hotdog idi. Sucuk, sosis, salam vejetaryeni olarak boynumu büküp Gökhan'la birlikte sıraya girdim. Kasadaki çocuğa acaba bana ekmeğin içine sadece ketçap sıkarak verip veremeyeceğini sordum. Çocuk "Veririm ama yine de aynı fiyatı alırım :DD" dedi. Hay amk tamam hadi ver idi kafamdaki tek cevap. "OK :))" dedim ve ekmek arası ketçapımı teslim aldım. Hayatımda yediğim en güzel ekmek arası ketçaptı lan. Bittiğinde sadece güzel yemekleri bitirdiğimde tuttuğum yasdan tuttum hatta.

Sahnenin önünde yerlerimizi almıştık. Önümdeki 1,80'lik çift yüzünden tüm konserin onların öpüşüp koklaşmalarını izlemekle geçeceğinden çok korkuyordum ama neyse ki Coldplay "Hurts Like Heaven" ile konsere başladığı anda çılgın hoplamalar ve zıplamalar da başlamış sayıldı ve gözümü açtığımda bariyerlere yapışmış buldum kendimi. Chris Martin ile aramda kimse yoktu adeta. Hopluyordu, zıplıyordu, yerinde duramıyordu, bol bol poz atıyordu, ter içinde kalıyordu, şarkılar bitmesine rağmen piyanosu başında sürekli sololar atıyordu, yerlere yatıyordu, dans ediyordu... Derken In My Place, The Scientist, Clocks, Yellow, Warning Sign, Viva La Vida, Paradise, Charlie Brown, Up in Flames, Speed of Sound...




Ama benim için süpriz şarkı kesinlikle Violet Hill idi. O kadar güzeldi ki o şarkıyı canlı dinlemek.

                                                                      

Fix You çalarken dayanamayıp ağlayacağımı biliyordum, ki öyle de oldu.
Litvanya'dan ayrılmadan önce hattıma 50 litas yükletmiştim ki,

Fix You'da Görkem'i,
The Scientist'te Osman'ı
Yellow'da Bilge'yi
Viva La Vida'da Burak'ı 
Paradise'ta Ezgi ve Tuba'yı arayıp dinletebileyim diye. Ancak ve gel gör ki Polonya'ya girer girmez hattım kitlendi ve karnımda 50 litasla bir başıma kalakaldım..

Bi de söylemezsem huzur bulamaycağım, ayıpların en büyüğünü Trouble'ı çalmayarak yaptılar. Trouble'sız Coldplay mi olur lan. Süphanallah. Son ana kadar umut vardı içimde. Ama olmadı. Sonradan tüm turnenin setlist'ine baktım ve Trouble hiçbir konserde çalınmamış. Anlayan varsa beni bulsun. 

O gece gözlerimi kapattığımda konseri bir kez daha yaşayıp uykuya daldım.



Ertesi gün Old Town'ın kalan kısmını bitirdik. Varşova'yı Ankara'ya çok benzetmiştim o zamana kadar. Ama gel gelelim Old Town kısmı gerçekten tüm bu düşüncelerimi alıp yere çaldı. Mimari yapılara gereken önemi vermeyen bir insan olarak beni bile etkiledi.














Geri dönerken Old Town meydanında gitar çalan bir çocuk gördüm ki kendisine burdan en zevk alarak dinlediğim sokak müzisyeni unvanını armağan etmek istiyorum. Üstelik gitarının tellerinden birisi kopuktu ve çalma esnasında bir tanesi daha kopmasına rağmen devam etti. Bir Nirvana şarkısı rica ettik kendisinden. Gitarının çok "fucked up" olduğunu ama yine de deneyeceğini söyledi. Ben de önemli olmadığını söyledim ve ekledim: your voice smells like Kurt Cobain spirit! Lithium parçasını çaldı ama onun boyutu çok büyük olduğu için üşeniyorum şu anda ve tadımlık bir Lonely Boy performansı ekliyorum buraya.





Sabah tekrar Vilnius'ta olmak üzere gece otobüs terminaline gittim. Terminalde bir grup ingilizce sohbet ediyorlardı. "dünkü konser" içeren bir konuşma duyup "COLDPLAY KONSERİNDE MİYDİNİZ?? BEN DE!" diyerek aralarına atıldım. Adamlar konsere Rusya'dan gelmiş lan. Bense 5 saatlik bir otobüs yolculuğuyla oraya ulaşmıştım. Utandım. Bir süre muhabbet ettik. Sonra koltuklarımıza dağıldık.

Vilnius'a indiğimde yine sabahın körüydü ve önceden görüp not ettiğim 24 saat açık mcdonaldslardan birini bulup oraya obamı kurdum. Öğle saatlerine doğru Viktorija beni aldı ve birazcık gezip eve geçtik. Viktorija'nın dünya tatlısı bir köpeği var. Adı Tere. Sadece Litvanca biliyor. 



O akşam cipsimizi, kolamızı, şarabımızı, pizzamızı alıp bir kız gecesi düzenledik.




Ertesi gün bavulumu hazırladım, viktorija'ya sıkı sıkı sarılıp kesinlikle İstanbul'a geleceğinin garantisini aldıktan sonra havaalanında vedalaştık. 12 saatlik bir aktarma yaşayacağım Kiev havaalanına doğru pervaneli eski bir uçakla uçtum. Cam kenarındaydım ve sapık gibi sürekli dönen pervaneden bir saniye bile gözümü ayırmayarak durmasını bekledim. Neyse ki öyle bir talihsizlik olmadı. Kiev havaalanında iki tane koltuğu birleştirip Walking Dead izledim. Çünkü yiyeceğim azdı ve bi şekilde iştahımın kapanmasına ihtiyacım vardı. VE HEY! İŞE DE YARADI! 

Veee sonunda İstanbulda'yım.
Dün Şahika Abla karşıladı beni.
Abimle hala ayrılar ama beraberler falan. Çok değişik bir ilişki lan. Ama sorun değil. Şahika Abla hayatımda olduğu sürece benim için sıkıntı yok. 

Görkem cuma ya da cumartesi falan gelecek.
Çok heyecanlıyım.
Çok pislik bir duyguymuş bekleyen olmak.
Neler yapmışım ben ona böyle.
Tiksindim lan kendimden.

Şimdilik bu kadar.
Heralde daha 5 ay falan yazmam.
Ruhum emüklendi lan.
Allaaaaemanet.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder